Mad Max’in 45 yıllık yolculuğu ne anlatıyor?

Amerikalı oyuncu Mark Ruffalo, iki hafta önce sosyal medya hesabında ilginç düşünceler paylaştı. Ruffalo’ya göre, “apokaliptik dünya kabusu” artık gerçeğe dönüşüyor. Makinelerin insanları kuş gibi avladığı bir döneme girdiğimizi belirten Ruffalo, savaşlarda kullanılmak üzere silaha dönüşen yapay zekaların Gazze’de yürüttüğü acımasız katliamı hatırlatıyor. Ruffalo, bununla da kalmıyor; Filistin halkının adeta bir denek gibi kullanıldığı ima ediyor, bu teknolojiyi kusurlu (ve insanlığı haysiyetinden eden bir gelişme olarak) görüyor. Ruffalo burada, açıkça İsrail hükümeti eliyle devreye konulan ve yapay zekayla donatılmış savaş makinesinin karşısında Filistin halkının ahlaki üstünlüğünü ilan etmiş oluyor. “Mad Max” hakkında düşünmeye başlamadan önce tam da bu şok edici gerçekle yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Gerçekten “Mad Max” çok uzak bir geleceği mi anlatıyor? Yoksa o “gelecek” burnumuzun dibinde mi?

Avustralyalı yönetmen George Miller’ın son filmi “Furiosa: Bir Mad Max Destanı” (2024) günümüzde şahit olduğumuz toplumsal çöküşe ilişkin çok şey anlatıyor. Yaşadığımız dünyanın da artık git gide bir ‘motorland’e benzediğini düşünürsek, filmin gerçek dünyadaki sosyal ve siyasal çatışmalar hakkında önemli bir fikir sunduğunu ileri sürebiliriz. Bu bağlamda, “Mad Max” anlatısının, karmaşık toplumsal sistemlerin nasıl ve hangi koşullarda çöktüğünü tasvir eden önemli bir metin olduğunu belirterek başlayalım. Yakın gelecekte yaşanan distopik bir Avustralya’da geçen “Mad Max” hikayesi, bizleri sadece belirli sorunlara eğilmeye davet etmekle kalmıyor; o sorunların acı ve gerçek sonuçlarıyla yüzleşmemizi de sağlıyor.

George Miller, “Mad Max”in ilk filmini 1979 yılında türlü zorlukların ve kısıtlı imkanların üstesinden gelerek seyirciye ulaştırmayı başarmıştı. Hatta Miller, montajın ne demek olduğunu bile o dönemlerde öğrendiğini söylüyor. Miller’ın sinema alanında kariyer inşa etmeye karar verme hikayesi de oldukça ilginç. Henüz Avustralya’nın Sidney kentinde 26 yaşında bir tıp fakültesi öğrencisiyken parasal sıkıntılardan olsa gerek bir inşaat işçisi olarak çalışmaya başlıyor. Vardiya sırasında işçi bir arkadaşıyla kendisinin durduğu noktanın tam ortasına büyük bir tuğla düşüyor ve neredeyse ölümle burun buruna geliyorlar. Bu olay, büyük bir şaşkınlığa yol açıyor kendisinde ve neredeyse varlığını sorgulamaya başlıyor. Tam da o günlerde kardeşi Chris ile University of New South Wales’in düzenlediği bir film yarışmasında elde ettikleri dereceyle Melbourne’de düzenlenecek olan film atölyesine katılmaya hak kazanırlar. “Burada olmamalıyım” diyerek motosikletiyle Melbourn’deki film atölyesine katılmak için yola koyulan Miller’ın o gün tüm hayatı yeniden yazılmış gibidir.(1) Miller, burada ilk kısa filmi “Violence in the Cinema, Part 1” ile uğraştı. O dönemin diğer pek çok kısa filmi gibi ilkel koşullar altında amatör sonuçlar veren bu film, “Mad Max” evreninde aşina olduğumuz birçok özelliği içinde barındırıyor. Bu kısa filmde, “Mad Max”te karşılaştığımız görüntülerden çok daha rahatsız edici şeyler görmeniz mümkün. “Mad Max” atmosferinde çorak toprakların arasında motor gürültüleriyle ya da şiddet/aksiyon/kan görüntüleriyle bu kadar çok haşır neşir olmamızın kökleri Miller’ın bu filminde saklı duruyor olabilir.(3)

Mad Max ( George Miller, 1979)

‘FURY ROAD’ NASIL ‘YANLIŞLIKLA’ FEMİNİST MANİFESTOYA DÖNÜŞTÜ?

1979’daki ilk “Mad Max” filminin ardından 1981 yılında “Mad Max 2: The Road Warrior”, onun ardından ise 1986 yılında “Mad Max Beyond Thunderdome” (1985) ile meşhur üçleme tamamlanmış oldu. Fakat 2015’te Tom Hardy ve Charlize Theron gibi önemli figürlerle birlikte hayata geçen “Mad Max: Fury Road” (2015) projesi, gişede hiç kuşkusuz önceki üç filmin de ötesinde bir başarı sergiledi. “Fury Road”u önceki “Mad Max” filmlerinden ayrılan en önemli yanı Charlize Theron’un hayat verdiği Imperator Furiosa karakterinin bir kadın kahraman olarak hikayenin dramatik merkezinde yer almış olmasıydı. Yarı makine koluyla tek kişilik bir ordu gibi tüm sertliğini ve gücünü kullanarak Citadel adlı postapokaliptik şehrin savaş baronu liderine karşı kafa tutan Imperator Furiosa, bu baronun alıkoyduğu beş kadın seks kölesini kurtarmak için ‘Avurtalya wasteland’inin altını üstüne getirmişti. Fakat ilginç olan şu ki Miller’ın 1979 ve 1981 yıllarında çektiği ilk iki “Mad Max” filmi feminizmin aksine yoğun bir ‘testosteron’ atmosferi içeriyordu.(3) 2015’te “Fury Road” için Cannes’da düzenlenen basın toplantısında Miller, filmin kamuoyunda algılanış biçimini sorguluyor; feminist bir gündemi olmadığını belirtiyordu. Peki nasıl oldu da “Fury Road” ‘yanlışlıkla’ bir feminist manifestoya dönüştü? Miller esasında filmi basit bir kovalamaca hikayesi olarak tasarladıklarını hatırlatıyor. (4)

Mad Max: Fury Road (George Miller, 2015)

Fakat bembeyaz elbiseleriyle masumiyeti temsil eden beş tutsak kadının devasa bir haydutlar çetesi tarafından kıskaca alınması ve robotik/savaşçı bir kadının bu beş kadını kurtaran güçlü bir figüre ‘istemeden de olsa’ evrilmesi filme karşı kamuoyunda hiç de şaşırtmayan mizojinik önyargılara neden olmuş gibi görünüyor. Avustralya’nın yerli ve milli fantezi ‘franchise’ını yaratmak için bol miktarda testesteron ve motor sesiyle yolculuğuna başlayan “Mad Max”, 2015’e geldiğimizde sırf güçlü bir kadın karaktere sahip olduğu için kimileri tarafından sjw olmakla suçlanıyor; hatta kimileri de filmin sosyalist-feminist bir propaganda olduğunu iddia ediyordu. (5)

“Fury Road”un diğer bir özelliği de hareketli görüntü sanatının sınırlarını zorlayan bir hız ve ritim duygusuna sahip olmasıydı. Birkaç saatlik bir kurtarma operasyonunun ve kaçış hikayesinin bu denli akıcılıkta tasarlanmış olması, Miller’ın yönetmenlik serüvenini çok önemli bir yere taşıdı. Neredeyse hiçbir kesmenin gereksiz ve anlamsız olmadığı bir doğrultuda ilerleyen bu film, yayınlandığı dönemdeki film festivallerinde kazanmış olduğu ödüllerde bu niteliğiyle öne çıkmıştı.

“Furiosa: Bir Mad Max Destanı” (2024) bir önceki filmin aksine kısa bir dönemi değil neredeyse 18 yıllık bir dönemi kapsıyor. Bir önceki filmde herkesin merak ettiği o kadının bu sefer yaşadığı yeşil ve masumiyet dolu bahçeden, ailesinden ve sevdiklerinden çocuk yaşta nasıl koparıldığını ve 28 yaşına kadar turuncu topraklarda evine dönmek için nasıl mücadele ettiğini görüyoruz. Belki bu noktada film için önemli bir noktada duran Dr. Dementus karakterini canlandıran Avustralyalı oyuncu Chris Hemsworth’ten de söz etmek gerekir. Uzun yıllar Marvel evreninde Thor karakterini canlandırmaktan sıkılmış olacak ki Hemsworth, bir Avustralyalı olarak “Mad Max” filminde bir ana karakteri canlandırmayı gözü kapalı şekilde kabul etmiş görünüyor. Steven Colbert’e verdiği röportajda Hemsworth, bu durumu kanıtlarcasına “Amerikalıların ‘Star Wars’ı var, Britanyalıların ‘Harry Potter’ı. Bizim de ‘Mad Max’imiz” diyerek ülkesi için George Miller’ın ne kadar önemli bir figür olduğunun altını çiziyordu. Aynı röportajda Hemsworth, George Miller gibi herkesle iyi geçinen, doktorluk yapmış ve oldukça nazik birisinin “Mad Max”teki şiddet ve terör dolu dünyayı yaratabilmiş olmasını da ilginç ve kıymetli bulduğunu belirtiyor.(6)

Refah kenti yakınlarında sınır hattında İsrail ordusuna ait tank, zırhlı personel taşıyıcı, kamyon ve askeri jiplerin hareketliliği (Fotoğraf: AA)

KOLEKTİF KABUSLAR

Susan Sontag, bilim kurgu filmlerinin özelliklerini incelediği ‘The Imagination of Disaster’ başlıklı yazısına başlarken bir aşırılıklar çağında yaşadığımızı hatırlatıyor ve ekliyor: “Çünkü eşit derecede korkutucu ama görünüşte birbirine zıt gibi görünen iki yazgının durmak bilmeyen tehdidi altında yaşıyoruz: aralıksız bayağılık ve akla hayale sığmayan terör durumu.” Sontag’e göre bilim kurgu filmlerinde temel oluşturan fantasy dünyası, söz konusu iki tehdit ile baş etmemize yarayan popüler sanat malzemesidir. Fantasy, ilk olarak bizleri yaşamın monoton ve tekdüze yönünden çekip çıkarır. Olası bir dehşet durumundan dikkatimizi uzaklaştırır. Bunu da mutlu sonla biten, egzotik ve tehlikeli kaçışları kullanarak yapar ve pekiştirir. Fakat fantasy türü, aynı zamanda psikolojik olarak dayanılmaz olanı normalleştirmek ve böylece bizi ona alıştırmak için de sıkı bir şekilde faaliyet yürütür. İlk durumda, fantasy dünyayı daha güzel bir yer yapar. İkincisinde ise dünyanın tesirini yok eder. Sontag, ayrıca bilim kurgu filmlerinin akla hayale sığmaz şeylerle uğraştığını belirttikten sonra ilginç bir noktaya vurgu yapıyor. Bilim kurgu filmlerini popüler sanat formları arasındaki en başarılı tür olarak niteleyen Sontag, bu filmlerde ortaya çıkan zevkin nefret uyandıran gerçekleri de içinde barındıran bir suç ortaklığıyla ilişkili olduğunu belirtir. Yani seyirci, bir fantasy konusu olarak olanaksız şeylerle uğraşmaya davet edilerek, ahlaki açıdan sorgulanabilir eylemlere dahil olmuş olur. Bir nevi o fantasy dünyasını üreten sanatsal faaliyet ile seyirciler arasında adı konmamış bir cinayet ortaklığı devreye girer. Sontag için, bilim kurgu filmlerinde entelektüel ve ahlaki açıdan yanıltıcı oldukları gösterilerek elemine edilmeye çalışılan ‘kolektif kabuslar’, özünde yaşadığımız gerçekliğe hiç de uzak değildir, aksine hiç sanmadığımız kadar ona yakındırlar. (7)

Mad Max: Fury Road (George Miller, 2015)

Apokaliptik bir spekülasyon örneği olarak tanımlayabileceğimiz Mad Max evreni, tarih boyunca dinamik biçimde dönüşen ahlaki ve siyasi düsturların ardında gizlenen büyük endişeleri ve çelişkileri yansıtması bakımından ele alınabilir. “Children of Men” (Cuarón, 2006), “Day After Tomorrow” (Emmerich, 2004), “Snowpiercer” (Joon-ho, 2013) ve “Interstellar” (Nolan, 2014) gibi 21. yüzyılın çağdaş apokaliptik sinema örneklerinde de açıkça görebileceğimiz gibi “Mad Max” evreninde doğa/çevre/ekoloji merkezi bir anlatı ve estetik unsuru olarak göze çarpar. Bu tür filmlerde ekolojik katliam, doğada sürdürülemeyen denge, kıtlık ve toplumsal çöküş gibi durumlar global bir felaketin temel itici güçleri arasında yer alır.(8) Tam da buradan hareketle Mad Max’in 45 yıllık yolculuğu hakkında neler söylenebilir?

Yazının hemen başında İsrail’in katil savaş makineleri karşısında Filistin halkının ahlaki üstünlüğünden söz etmiştik. “Furiosa”, şaşılmayacak bir biçimde orada sözünü ettiğimiz ahlaki pozisyonların belirsizliğini koruduğu bir atmosferde geçmeye devam ediyor. “Bu filmde ahlaki üstünlük kimde?” diye bir soru sormak beyhude bir çabanın ürünü de olabilir fakat en nihayetinde dünyanın ıssız ve acımasız bir çöle dönüştüğü, servetin eşit bir şekilde bölüşülmediği, insanların zorba bir yönetim altında inim inim inlediği bir aşamada “Mad Max” serisinin bu konuyu yeterince açık bir biçimde ele aldığını söyleyebilir miyiz? Son “Mad Max” filmi, tam da türünün diğer örnekleri ve serinin öncülleri gibi küresel felakete ilişkin sorumluluğun esas olarak kimde olduğunu beylik klişeler üreterek ortaya koyuyor. Beylik klişeler diyorum çünkü evet, dünyayı kimin bu hale getirdiği konusunda kesin bir uzlaşmaya gerçek hayatta bile tam anlamıyla erişemiyoruz insanlık olarak. Her seferinde yıkım ve yağma yoluyla dünyayı cehenneme çeviren şirket kapitalizmini görmezden geliyor; kadınları ve genç çocukları zorba bir aile rejimi altında köle gibi yetiştirmeyi normal karşılıyoruz. İyilerin ve kötülerin kim olduklarından haberimiz olabilir ama ekolojik yıkımın, şiddetle bezenmiş askeri ve politik karmaşa ortamının, insanlığın sonunu getirecek teknolojik gelişmelerin ana sorumluları gerçekten kim? Bununla ilgili çok net ifadeler bulamıyoruz “Furiosa: Bir Mad Max Destanı”nda (2024). Dr. Dementus karakteri bu noktada ilginç nitelikler taşıyor. Özünde çorak toprakların haydutları arasında zalim görünümüyle varlığını sürdüren bu karakter, yeri geldiğinde Citadel şehrinin savaş baronuna sosyal adalet nutukları atacak kadar cesur ve gözü pek bir insana dönüşebiliyor. Belki de Miller, ekolojik yıkımın, savaşların, politik ve kültürel yağma düzeninin, kadın düşmanı muhafazakâr aile ideolojisinin hangi sınıfsal çatışmalar ve çelişkiler etrafında şekillendiği konusuna derinlemesine eğilmeyi gereksiz bulmuştur. Fakat “Mad Max”in vahşet ve şiddet dolu atmosferi göz önünde bulundurulduğunda ve dünyanın şu anki hali düşünüldüğünde bu konuya daha fazla eğilmek ya da net bir duruş sergilemek gerekmez mi?